Blog

  • Paulo Coelho-Piedra Irmağı`nın Kıyısında Oturdum Ağladım

    Paulo Coelho’nun “Eğer 20 yaşında olsaydım, bu kitabı yanıma alır ve tüm dünyayı dolaşırdım.” dediği bu eser, 1994 yılında yayımlanmış. Daha önce Simyacı kitabını okumuş ve etkilenmiştim; bu kitabın da pek çok okurun hayatına dokunduğunu düşünüyorum.

    Coelho, bu romanında Tanrı’nın “kadın yüzü”nden bahsediyor. Kendini dine adayan ve bu uğurda her şeyden vazgeçen insanların Tanrı’yı anlatmak için hayatlarını nasıl adadıklarını işliyor.

    Hikâyenin merkezinde, hayatını belli bir düzen içinde yaşayan, ayakları yere basan ve maceralara pek açık olmayan Pilar var. Pilar, çocukluk yıllarındaki en yakın arkadaşıyla yıllardır mektuplaşmaktadır. Arkadaşı ise yaşadığı yeri terk edip dünyayı dolaşan bir gençtir. Aradan geçen 11 yılın ardından Pilar’a bir mektup gönderir: Madrid’de yapacağı konuşmaya davet eder. Bu buluşma, ikisini kısa bir yolculuğa çıkarır.

    Yolculuk boyunca hem kendilerini hem de birbirlerini sınayan ikili, hayatlarının yönünü belirleyecek kararların eşiğine gelir. Pilar, yıllar önce inancını kaybettiğini itiraf eder; bu yolculuk onun içindeki inanç duygusunu yeniden canlandırır. Adam ise ilahi aşk ile dünyevi aşk arasında kalmıştır. Pilar’a sahip olduğu mucizevi gücü anlatır; bir kadın tarafından adanmış evin ona Pilar’ı hatırlattığını söyler. Ayrıca, yıllar önce Pilar’ın kolyesini bulduğunu ve zamanı geldiğine inandığı için ona geri vermek istediğini dile getirir.

    Kitapta beni en çok etkileyen kısımlardan biri, Pilar’ın iç dünyasındaki çelişkiyi anlatan şu söz oldu:
    “Yüreğine karşı verdiğin savaşımı hayranlıkla izliyorum.”
    Ve yine, yolculuğun anlamını derinleştiren şu satırlar:
    “Burada, bir gün, yolumu kaybettiğimi sandım. Aslına bakılırsa, yolumu yeniden bulmuştum.”

    Coelho, aşkı hem büyüleyici hem de tehlikeli bir tutku olarak tasvir ediyor:
    “Sevmek, uyuşturucu almak gibidir. Başlangıçta kendini iyi hissedersin, bütünüyle verirsin. Ertesi gün, daha fazlasını istersin. Henüz zehirlenmemiş, o duygudan hoşlanmışsındır ve onun üzerindeki egemenliğini sürdürebileceğini sanırsın.”

    Ve belki de hayatın en zor kararlarını özetleyen şu cümle, kitabın özünü taşıyor:
    “Beklemek insana acı verir. Unutmak acı verir. Ama ne karar vereceğini bilememek, acıların en büyüğüdür.”

    Beni ayrıca etkileyen bir diğer tema “Öteki” kavramı oldu. İçimizde bir yan vardır ki; hayal eder, umut eder, ister ama korkar. Bir de mantığımızla hareket eden, “olması gereken”i yaparak hayatına devam eden Öteki yanımız…

    Ve aşk… Yıllar sonra bile ansızın çıkıp gelir; seni bir anda yakar ve doğru bildiğin her şeyden vazgeçirebilir. Onun uğruna tüm hayatını değiştirebilirsin.

  • Orhan Kemal – El Kızı: Değişmeyen Toplum Yargıları

    “Ağlayarak yazdığım roman…” – Orhan Kemal

    Orhan Kemal’in kendi ifadesiyle gözyaşlarıyla kaleme aldığı El Kızı, aile içi ilişkilerden toplumun acımasız yüzüne kadar pek çok konuyu ustalıkla ele alıyor. Yazar, toplum baskısının aileye yansıyışını, kuşaktan kuşağa aktarılan ön yargıları ve kadınların karşılaştığı zorlukları çarpıcı bir dille işliyor.

    Romanın merkezinde, avukat Mazhar ile teyzesiyle yaşayan, “ev kızı” olarak nitelendirilen Nazan’ın hikâyesi var. Mazhar, Nazan’a âşık olur ve evlenirler. Ancak Mazhar’ın annesi Hacer Hanım, gelinini kıskanır ve sürekli onunla uğraşır. Bu bitmek bilmeyen baskılar sonunda evliliğin sonunu hazırlar.

    Mazhar’ın sosyal çevresinde, barda çalışan Rıza ve karısı Naciye de dikkat çeker. Geçim derdi, yoksulluk ve hayatta kalma çabası içindeki bu çift, romanın arka planında dönemin alt sınıf yaşamına ayna tutar. Onların hikâyesi, Mazhar ve çevresinin yaşadığı çelişkilerle birleşerek toplumun farklı kesimlerini gözler önüne serer.

    Oğulları Haldun, babasıyla ve babaannesiyle yaşamaya devam eder. Mazhar’ın sevgilisi Neriman (bir bar kızı), konağa gelin olarak gelir ve Haldun’u kendi çocuğu gibi sever. Fakat zaman, Hacer Hanım’a yaptıklarının bedelini ödetir.

    Nazan ise bir gün çocuğuna kavuşma hayaliyle teyzesinin yanında zor günler geçirir. Yine de kocasından ve oğlundan yadigar kalan elmas yüzüğü satmaz. Ancak mahalle baskısı onu da yakalar: adının lekelenmesi, iftiralar, kalpazan çetesiyle anılması, hapishane, eroin ve kadın ticareti… Yaşadığı tüm bu karanlık süreç, toplumun kadına karşı acımasız yüzünü gösterir.

    Mazhar bir suikast sonucu hayatını kaybeder. Neriman, yalnızlığa dayanamayarak yeniden evlenir. Haldun ise babasının dostu Avukat Nihat Bey ve eşi Hikmet Hanım’ın yanında büyür. Hacer Hanım, yalnız kalmanın, güven duyduğu insanlar tarafından dolandırılmanın ve eski mesleği olan çamaşırcılığa dönmenin ağır yükünü taşır.

    Yıllar sonra Haldun doktor olur ve Nihat Bey’in kızı Nermin ile hayatını birleştirir. Ancak annesi Nazan’ı hatırlamaz. Nazan, tüm cesaretini toplayarak oğluyla son kez karşılaşmak ister. Bu buluşma, ona en derin acıyı yaşatır; oğlunun gözlerinde bir yabancı olduğunu görmek, yılların tüm yükünü bir anda omuzlarına bindirir.

    Tam bu süreçte Nazan’ın yolu yeniden Naciye ile kesişir. Bir zamanlar komşusu olan Naciye, artık hayatın sert rüzgârlarında savrulmuş, kendi son durağına yaklaşmıştır. İki kadın, farklı yollardan gelip aynı çıkmazda buluşur. Geçmişin acıları, pişmanlıklar ve hayal kırıklıkları, aralarında sessiz bir anlaşma gibi havada asılı kalır. Bu karşılaşma, her ikisi için de yolun sonudur.

    Fırtınalı bir gecede, bir kayalığın üzerinde, Nazan hayatına veda eder. Onunla birlikte Naciye’nin de hikâyesi sessizce kapanır. Nazan`dan Haldun`a kalan tek hediye içinde isimlerinin yazdığı parmağındaki elmas yüzüktür.

    Romanın sonunda okura, bir annenin çocuğuna duyduğu özlemin, toplumun yargılarından daha ağır bir yük olabileceği hissi bırakılıyor. El Kızı, yalnızca bir kadının trajedisi değil; kuşaklar boyu süregelen önyargıların, aile içi çatışmaların ve yanlış değerlerin bir insan hayatını nasıl altüst edebileceğinin kanıtı. Orhan Kemal, bu hikâyede bizlere sadece bir dönem panoraması sunmuyor; aynı zamanda bugüne uzanan bir ayna tutuyor.

    Bu romanı ilk okuduğumda gençtim, ikinci okuyuşumda ise yılların getirdiği deneyimle, satır aralarındaki sızı daha çok hissediliyor. Aradan on yıllar geçmiş olsa da, kadına bakışın, mahalle baskısının ve “el kızı” olmanın getirdiği damganın hâlâ değişmemiş olması, insanı derinden yaralıyor.
    Belki de bu yüzden El Kızı, her dönemde yeniden okunması gereken bir roman; çünkü unutmamak, yüzleşmenin ilk adımıdır.

    Romanın Temaları

    • Toplum Baskısı ve Ön Yargılar – Kadınların yaşadığı mahalle baskısı, iftiralar ve “el kızı” olmanın damgası.
    • Aile İçi Çatışma – Anne-oğul-gelin üçgeninde kıskançlık, güç savaşı ve yıkıcı sonuçlar.
    • Kadının Mücadelesi – Nazan’ın hayatta kalma çabası, haksız suçlamalar ve çaresizlik.
    • Sınıf Farkı ve Yoksulluk – Rıza ve Naciye’nin hikâyesiyle alt sınıf yaşamının zorlukları.
    • Sevgi ve Yalnızlık – Haldun’un anne özlemi, Neriman’ın sevgisi ve yalnızlığa karşı direniş.
    • Kader ve Kaçınılmaz Son – Hayatın adaletsizliği karşısında bireyin çaresizliği.
  • Hyunam-Dong Kitabevi-Kitap Önerisi

    Youngju, hayatı boyunca her şeyi “olması gerektiği gibi” yapmış bir kadın: Üniversite okumuş, iyi bir işe girmiş ve evlenmiş. Ama bir gün, içini tarifsiz bir tükenmişlik kaplayınca tüm düzenini sorgulamaya başlıyor. Cesur bir kararla işini bırakıyor, eşinden ayrılıyor ve başka bir şehre taşınıp çocukluk hayalini gerçekleştiriyor: Kendi kitapçısını açmak.

    Youngju’nun bu kararı çevresi tarafından kolayca kabul görmüyor. Eşi, onunla daha fazla vakit geçirme çağrısına karşılık veremiyor. Annesi ise bu değişimi bir başarısızlık olarak görüp ondan uzaklaşıyor. Oysa Youngju, yeni hayatına kitapseverlerin uğrak yeri olan küçük bir mahalle kitapçısında başlıyor.

    Bu kitapçı sadece onun değil, hayatın içinde savrulmuş pek çok insanın da sığınağı oluyor:
    • Annesinin endişe ettiği, içine kapanık bir genç,
    • Otuzlarında hâlâ ne yapmak istediğini bilemeyen biri,
    • Sözleşmeli çalışmaktan yorulmuş ve kendini örgü örerek motive eden bir kadın,
    • Evliliğinde sorunlar yaşayan, kitapçıya kahve tedarik eden bir komşu,
    • Yeni kitabını yayımlayan, duygusal olarak yorgun bir yazar…

    Youngju için kitaplar, sadece okunacak metinler değil; belirsizliklere rağmen yaşama azmini güçlendiren dostlar. Çok satanlar listesine mesafeli. Ona göre bu listeler kitapların değeriyle değil, kimin tarafından tanıtıldığıyla ilgili. Müşterilerine daha az bilinen ama derin izler bırakan kitaplar öneriyor.

    Yurt dışına yaptığı kitapçı gezilerinde de hep aynı şeye dikkat ediyor: Mahalle içindeki küçük kitapçıların nasıl ayakta kaldığına… Onun hayali, sadece kitap satmak değil; bir aidiyet alanı yaratmak.

    Yıllar içinde hem kitapçısını hem evini büyütüyor, çalışanlarıyla düzenli ilişkiler kuruyor, yakın çevresinde güçlü dostluklar geliştiriyor. Kahveci arkadaşı Jimi üst kata taşınıyor, yazar Seungwoo ile içten bir arkadaşlık kuruyor. Artık “ileride ne olur” diye düşünmeden, sadece sevdiği işi yaparak yaşıyor.

    Ben bu kitabı okurken her satırda kendimi o kitapçının içinde hayal ettim. Kitap kokusu ve kahve eşliğinde raflar arasında kaybolmayı… Özellikle bir bölümde Youngju’nun karanlığa bürünen akşam saatlerine özlemini anlatması çok tanıdıktı. Ben de gün kararmaya başladığında bir hüzne kapılırım. Psikiyatristim bunun, “kendinle baş başa kalmanın” etkisi olduğunu söylemişti.

    Youngju, duygularını ifade etmekte zorlandığında yazıya sığınıyor. Ben de öyleyim. Bazen içimde fırtınalar koptuğunda çığlık atmak yerine yazıyorum. Kalemle dökülen kelimeler, sanki içimdeki çığlığı alıp götürüyor.

    Her zaman çok hayal kuran biri olmadım ama… Uzun zamandır beni mutlu eden bir hayalim var:
    Paris’te nehir kenarında, kafeyle iç içe geçmiş bir kitapçı.
    Rengârenk panjurlu çiçekçiler…
    Orada kitap kokuları arasında kaybolmak…

    Bu kitap, sadece bir kitapçı hikâyesi değil. Aynı zamanda kendine alan açmak, yalnız olmadığını fark etmek ve belirsizlikte bile sevdiğin şeyi yapma cesareti hakkında. Tavsiye ederim, kalbine dokunabilir.

  • Seni Her Şeyin Mümkün Olduğu Bir Yere Götüreceğim-Kitap Önerisi

    Her şeyin mümkün olduğu bir yer var mıdır? Peki, imkânsız sandıklarımızı mümkün kılmak ya da en azından düşüncelerimizi mümküne yaklaştırmak daha mı kolay?

    Gözlerinizi kapatın ve bir düşünün… Öyle bir yer hayal edin ki, kötü olan hiçbir şey yok! Nefret, intikam, kıskançlık, hırs ve açgözlülük bilinmiyor…

    Laurent Gounelle’in Seni Her Şeyin Mümkün Olduğu Bir Yere Götüreceğim kitabına başlarken tereddütlerim vardı. Hatta bir noktada bırakmayı bile düşündüm. Ama sayfalar ilerledikçe hikâye beni içine çekti, düşündürdü, sorgulattı. Kendimi satırların arasında kaybolurken buldum. Öyle ki, her satırı ezberimde tutup hayatımda uygulamak istedim. Kitabım renkli kağıtlarla, işaretlenmiş cümlelerle doldu. Defalarca okunsa bile her seferinde farklı dersler çıkarabileceğim bir kitap oldu benim için.

    Laurent Gounelle, insan psikolojisi ve felsefi sorgulamalar üzerine yazdığı kitaplarla tanınan bir yazar. Daha önce ‘Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer’ ve ‘İçimdeki Derin Uyku’ gibi eserleriyle de okurlarına ilham verdi. Bu kitaplarında da insanın içsel yolculuğunu ve mutluluğu sorgulama sürecini ele alıyor.

    Bu kitap, hayatımızı esir alan ve bizi içine hapseden duyguları anlatıyor. Bunu yaparken de klasik kişisel gelişim kitaplarından farklı olarak bir hikâye içinde sunuyor. Kitabın merkezinde, bir üniversitede felsefe profesörü olan Sandro var. Sandro, ölen karısının intikamını almak için bir yola çıkıyor. Felsefenin öğretileriyle donanımlı olmasına rağmen, yaptıklarının bu öğretilerle ne kadar çeliştiğini fark ediyor. Bu çelişkinin verdiği rahatsızlık, bedeninde bile belirtiler göstermeye başlıyor. Ancak içinde büyüyen intikam duygusunu bastıramıyor ve kendini Amazon ormanlarının derinliklerine giden bir yolculuğun içinde buluyor.

    Orada yaşayan insanlar mutluluğun ne olduğunu biliyor, onu saf bir şekilde yaşıyorlar. Sandro ise onları daha önce hiç bilmedikleri kavramlarla tanıştırıyor: nefret, öfke, kıskançlık, hırs… Aslında o, intikam almak için mutluluğun nasıl kaybedildiğini göstermek istiyor. Fakat bu süreçte kendisi de düşüncelerini ve değerlerini sorgulamaya başlıyor.

    Kitapta etkilendiğim bazı paragrafları paylaşmak istiyorum:

    “Kötü haberler, problemler, tehlikeler… Tüm dikkatimizi bunlara veririz çünkü hayatta kalma içgüdümüzü bunlar harekete geçirir. Bu içgüdü bizden daha güçlüdür, neredeyse fizyolojiktir… Buna direnemezler. İnan bana.”

    “Dinleyici kitleni korumak istiyorsan, demişti, onlara olumsuz duygular aşılamaya devam et, yoksa sıkılırlar ve bir süre sonra sana hayran kalacak kimse olmaz.”

    “Kötülerden intikam almanın en iyi yolu, onlara benzememektir.”

    “Unutma ki sinirlenip öfkelenen insanda ne güç, ne enerji, ne de cesaret olur. İnsan ne kadar soğukkanlı olursa, o kadar güçlüdür. Öfke hem zayıflığın hem de derin bir elemin ifadesidir: Her ikisi de zarardır, teslimiyettir.”

    “Seni sen yapan şey, sahip olduklarındır.”

    Kitabı okurken Sandro’nun hayatta karşılaştığı çelişkileri, yaptıklarının etkilerini ve en önemlisi de mutluluğun kaynağını sorgulamasını derinden hissediyorsunuz. Bu sadece bir hikâye değil, aynı zamanda hayatımıza dair derin bir felsefi sorgulama sunan bir eser. Sizce de mutluluk, bildiğimizden farklı bir yerde olabilir mi?

    Eğer felsefi sorgulamaları seven ve kişisel gelişim kitaplarından farklı, derinlikli bir anlatım arayan biriyseniz, bu kitap tam size göre! Özellikle ‘insan doğası, mutluluk ve içsel huzur’ gibi konular ilginizi çekiyorsa, Laurent Gounelle’in diğer kitaplarına da göz atmanızı öneririm. Onun eserleri, sadece bir hikâye anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda kendimizi de sorgulamamıza olanak tanıyor.

  • Hayatı Yavaşlatmak

    Günlük telaşların içinde kendimizi unutuyor muyuz? Hayatı yavaşlatmak ve huzuru yakalamak üzerine düşünceler…

    İşyerindeki yoğun tempodan ve sürekli stresten uzaklaştığımda, ilk kez kendimle gerçekten baş başa kalma fırsatı yakaladım. Yıllarca günlerim işe, sorumluluklara, koşturmacaya ve dış dünyaya odaklanmıştı. Ancak artık bir adım geri atıp, sadece ‘ben’ olma zamanımın geldiğini fark ettim. Bu süreç bir son değil; aksine, içsel farkındalığımı keşfettiğim ve kendimi yeniden tanımaya başladığım bir başlangıçtı.

    Yıllarca o kadar çok şeyi ertelemişim ki, şimdi her güne yeni hedefler ve heveslerle başlıyorum. İstediğim saatte doğaya çıkıp yürüyüş yapmak, gözlerimi kapatıp güneşin sıcaklığını hissetmek, kitap okumak, yazı yazmak, ihmal ettiğim sevdiklerimle bir kahve eşliğinde sohbet etmek… Tüm bunları dilediğim zaman yapabilmek büyük bir özgürlük.

    Hollanda’ya daha sık giderek, kültürünü daha yakından tanıma fırsatı buldum. Farklı yaşam tarzlarını gözlemledim, kaos ortamından uzaklaşarak dinginliğin tadını çıkardım. Mevsim değişimlerini tenimde hissederek doğayla uyum sağladım. Hollanda’yı ziyaret etmek, sadece yeni bir kültürü keşfetmek değil, aynı zamanda içsel yolculuğuma farklı bir bakış açısı kazandırdı.

    Sokaklar ve parklar tertemiz, güvenli. Bu sabah yürüyüş yaparken, gönüllü ailelerin ve gençlerin ellerinde çöp toplama maşalarıyla sokakları temizlediğini gördüm. Ulaşımda bisikletlere ve yayalara gösterilen öncelik beni etkiledi. Bir saatlik yürüyüşüm boyunca hiç korna sesi duymadım. Market alışverişlerimde, benim aceleme kimsenin ortak olmadığını fark ettim. İnsanların hayvanlara gösterdiği sevgi içimi ısıttı. Kafelerden yükselen kahkaha sesleri, yoldan geçen insanların gülümseyerek selam vermesi, hafif esen rüzgarın saçımı okşaması… Tüm bunlar, doğayla iç içe geçirdiğim zamanların bana huzur verdiğini ve dünyaya nasıl daha sakin ve dengeli bakabileceğimi öğretti. İnsanların hayatlarını daha yavaş yaşamayı tercih etmeleri, benim de içsel hızımı yavaşlatmama yardımcı oldu. Mevsim değişimlerini gözlemlemek, kendi içsel döngülerimi daha derinden anlamama vesile oldu.

    En basit örneklerden biri, sabah kahvemi evde yapıp termosla işe giderken arabada içiyordum. Burada ise insanlar sabah sohbetleri eşliğinde, kanal kenarlarında kahvelerini içerek güne başlıyorlar.

    Kültürümüzde bir iş çıkışı veya okul çıkışı bir arkadaşımız kahve içmeyi teklif etse hayır demek çok zordur. Çoğu şeye hayır demeyi beceremediğimiz gibi… Ama Hollanda’da böyle bir teklif karşısında “Teşekkür ederim, bugünü kendime ayırdım.” gibi cevaplar alabiliyoruz. Bu, ilk başta şaşırtıcı gelse de insanların bireysel alanlarına ve sınırlarına gösterdikleri özeni görmek hoşuma gitti. Açık ve doğrudan konuşmayı seviyorlar.

    Bu hafta Hollandalı bir çift tarafından akşam yemeğine davet edildik. Yaklaşık 10 kişiydik, güzel yemekler yendi, keyifli sohbetler edildi ve teşekkür ederek restorandan ayrıldık. Ancak iki gün sonra telefonlarımıza ‘Tikkie’ (mobil ödeme uygulaması) linki geldi. Türk arkadaşlar olarak şaşırdık ama Hollandalı bir arkadaşımız sadece “Tipik Hollandalılar!” diyerek güldü.

    Hollanda, oldukça eşitlikçi bir topluma sahip. İnsanlar arasında statü farkı gözetmiyorlar ve bireyin hakkını alması gerektiğine inanıyorlar. Hesap paylaşımı yapmak, borç hatırlatmak onların kültüründe ayıp veya kaba bir davranış değil. Tersine, dürüstlük ve açıklık göstergesi olarak görülüyor.

    Çalıştığım dönemde, iş çıkışlarında fiziksel ve psikolojik olarak yorgun düştüğüm için kendime keyifli anlar yaratmakta zorlanıyordum. İşten sonra toplu taşımaya yetişme telaşı, trafikle boğuşmak, akşam saatlerini ailemle en verimli şekilde geçirmeye çalışmakla geçen günler… Ertesi sabah yine aynı tempoyla devam ediyordu. Gün içindeki iş saatlerim de pek sağlıklı sayılmazdı.

    O yoğun iş temposunun içinde kendime bile vakit ayıramadığımda, aslında ne kadar çok şeyi kaçırdığımı fark ettim. Hollanda’daki deneyimlerim bana sadece dış dünyayı değil, iç dünyamı da yeniden keşfetme fırsatı sundu. İnsanların sakin yaşam tarzları ve anı yaşama çabaları, hayatın yavaşlayabileceğini ve basit anların ne kadar değerli olduğunu gösterdi. Artık bir şeyleri yetiştirmeye çalışmak yerine, anı yaşamanın ve kendime değer vermenin önemini kavradım. Her sabah güne enerjik başlamak, doğayla vakit geçirmek, sevdiklerimle kaliteli zaman geçirmek gibi küçük ama anlamlı alışkanlıklar benim için çok daha değerli hale geldi.

    Bu farkındalıkla birlikte, hayatımda daha fazla denge kurmaya başladım. Artık kendime daha fazla zaman ayırıyor, yeni yerler keşfetmenin, farklı kültürlerle iç içe olmanın ve basit anların tadını çıkarmanın kıymetini biliyorum. İçsel yolculuğum devam ediyor ve her gün kendimi biraz daha iyi tanıdığımı hissediyorum. Hayatın temposunu kendim belirleyerek, huzurun peşinde ilerlemeye devam ediyorum.

  • Bir İnsan Geçmişinden Kaçabilir mi? “Değersiz Bir Hayat” İncelemesi

    ” Geçmişimizden kaçabilir miyiz? Bazı acılar silinmez, bazı yaralar asla iyileşmez. Peki, bir insan ne kadar travmayla yaşayabilir? “

    Hanya Yanagihara’ nın “Değersiz Bir Hayat” adlı romanı, dostluk, acı ve travmalarla şekillenen hayatları anlatan sarsıcı bir hikaye. Dışarıdan bakınca dört başarılı arkadaşın hayatını okuyoruz gibi görünebilir ama hikayenin derinliklerine indikçe, özellikle Jude`un geçmişinde ağır yüklerle yüzleşiyoruz.

    Kitap üniversiteden tanışan dört erkek arkadaşı anlatıyor. Oyunculuk kariyerinde Willem, sanat dünyasında olan JB, aileden zengin ama hayallerini gerçekleştirememiş Malcolm ve avukat Jude. Her biri kendi hayatlarında ilerlerken, en büyük mücadeleyi veren Jude oluyor. Çünkü geçmişi onu rahat bırakmıyor.

    Jude`un çocukluğu, travmalarla dolu. Yaşadığı acılar, sadece ruhunda değil bedeninde de izler bırakmış. Kendine verdiği zarar, içine kapanması ve geçmişin gölgeleriyle savaşması, kitabın en sarsıcı yanı. Arkadaşları onu hayatta tutmak için çalışsa da, çocukluk yaraları onun peşini bırakmıyor.

    Çocukluk travmaları iyileşebilir mi? Geçmişin yüküyle yaşamaK mümkün mü? İnsan kendini iyileştirmek için neler yapmalı? Kitap bunlara net cevaplar vermiyor ama bizleri düşündürüyor.

    “Değersiz Bir Hayat”, kolay bir roman değil. Okudukça insanın içine işleyen sarsıcı bir hikaye. Jude`un yaşadığı acılar bana bir kez daha geçmişin insan hayatındaki derin etkisini düşündürdü.

    Peki ya siz? Sizce bir insan geçmişinden tamamen kurtulabilir mi, yoksa geçmiş hep onunla mı ilerler?

  • Kitap ve Seyahat Tutkumu Neden Paylaşmaya Karar Verdim?

    Yeni bir başlangıç yapıyorum. 45 yaşındayım ve geçen ay işimden ayrıldım. Kitap okumayı, farklı yerler görmeyi ve yeni kültürler keşfetmeyi çok seviyorum. Kitap okuma tutkumun yolculuklar ile başladığını hatırlıyorum. Uzun yollarda bana hep eşlik ettiler. Kitaplarda karşılaştığım şehirler merakımı cezbetti ve bana bir yol haritası sundu.

    Blogumda en sevdiğim kitapları ve keşfetmekten keyif aldığım şehirleri paylaşmak istiyorum.

    İnanıyorum ki sizlerin de benim gibi yeni ufuklara yelken açmasına katkıda sunabilirim.

    Sizlerle birlikte bu yolculuğu daha keyifli hale getirmek için önerilerinizi bekliyorum.